27 Temmuz 2014 Pazar

" Alışıyorsun zamanla, asla bitmiyor."




Sessizsin aslında. 
Pek de çaktırmayan bir yapın var senin dünyanda olan biteni.
Doğrusunu yapıyorsun,
Çünkü güvenemiyorsun şimdilerde herkese eskisi gibi.
Büyütüyorsun bazen içinde ama aslında bir hiçmiş her şey sanki.
Kendinle konuşuyorsun çoğu zaman
En güzel cümlelerini kendine kurduğundan belki,
Seni iki lafı bir araya getiremeyen biri sanıyorlar, takmıyorsun gerçi.
Belli ki çok şey biriktirmişsin şimdiye kadar;
Köklerin çok eskiye, saray soylarına uzanmıyor olabilir ama
Köklerin sımsıkı sarılıyor sana...
Çünkü vazgeçemiyorsun doğru veya yanlışından.
Çok kırılmışsın belli,
Çok kırılmayı geçtim de anlaşılamamışsın ve en çok bu mahvetmiş yazdığın hikayeyi.
Hikaye çok güzel gitmiyormuş ve esasında senin yazdığın hikayenin özelliği buymuş. 
Çok güzel olmayan hikaye.
Kararında güzel hikaye.
Hiç güzel değil hikaye.
Nasıl söylersen başlığını öyle söyle.
Bu yetecekmiş sana .
Ama onlar biraz daha iyi olsun istemişler.
Hep daha iyi bir hikaye yaz istemişler ve dengeler orada değişmiş işte.
Zorlamaya başlamışsın kendini
Onlar da kendilerini…
Derken boş kalmış kalıbın içi.
Sen hikayeni de alıp çekmişsin, gitmişsin….
O an kimsenin umurunda olmamış yolda kalan izin. 
(Bir şeyler yapmak için izin istediğin zamanları hatırlıyorsun şimdi değil mi?)
Boşveeerrr
Ne yaşadın ne yaşattın bilmiyorum ama geçiyor
Tamam gerçekçi olalım geçmiyor, ama sen yaşadığın ve yaşattığın şeylerle yoluna devam etmeyi bir şekilde öğreniyorsun.
Hayallerin gerçekleşmedi diye başkalarını değil, suçlaman gereken kişiyi suçlamaya başlıyorsun.
Kendine karşı hiç olmadığın kadar şefkatli davranabiliyor ve aynaya baktığında acımasız olabiliyorsun.
Bu öyle bir süreç ki,
Kimi zaman ne yaptığını bilmiyorsun.
Geceye şarapla başlayıp, birayla devam edip, bir türlü sarhoş olamayıp,
 Ayılmak için içtiğin bir kahveyle körkütük mutsuz oluyorsun.
Bunu sen yapıyorsun ve her seferinde bir daha olmayacak diyorsun… 
Olacak
Bir daha mutsuz olacaksın ve sonra bir daha mutlu olacaksın.
Bazen de arafta kalacak, ve ne hissettiğinin farkına varamayacaksın.
Ama bunları hep yaşayacaksın..
Bu bir döngü ve sen seçtiğin tek bir duyguyu yaşayabilecek kadar lükse sahip olmayan bir insansın
Ben de öyleyim, ayrım yok
-------------------------------
Bakma bana öyle pişkin pişkin, bilgin bilgin
Sen de içten içe dipte olduğunu biliyorsun ve de yaralarını saramadığını…
Sadece geçmiş gibi yapıyorsun; merak etme, bizim aşağıdaki kedi de doymuş gibi yapıyor…
İnan bana tarih her daim tekerrür etmekle kalmıyor, kırıklıklar, üzüntüler, trajediler tekrar tekrar yaşanıyor...

"Bitmiyor, sadece bazen- belki güneşli bir günde veya kalabalık bir gecede- geçtiğini sanıyorsun ama geçmiyor esasında. Alışıyorsun zamanla, asla bitmiyor…" 
Kürk Mantolu Madonna, Sabahattin Ali






18 Temmuz 2014 Cuma

"Parmaklarım tuşlara damladığı sürece, ben buradayım, sizlerleyim." diyor Umut Özbek.

"Parmaklarım tuşlara damladığı sürece, ben buradayım, sizlerleyim." diyor Umut Özbek.
Ne büyük bir mutluluktur ki, ben daha lise yıllarındayken tanışmıştım kendisiyle.
Yetenekli bir piyanisti, farklı bir sesi dinlemenin yanı sıra; samimi, eğlenceli ve bir o kadar da pozitif olan kişiliğini tanıma fırsatı da bulmuştum. (Bu arada bizi tanıştıran güzel mi güzel bir kız annesi, aile dostumuz, sevgili Duygu ablacığıma da teşekkürü bir borç bilirim:))
   Üniversiteye girişimle beraber İstanbul'a taşınmış olsam da, ne zaman Antalya'ya gitsem, ilk işim sevgili Özbek'e hangi akşam, nerede sahne aldığını sorup, onu dinlemeye gitmek ve hatta mümkünse sohbet edebileceğimiz bir zaman yaratmaktır.
  İşte bu seferki Antalya ziyaretimde de, şansımı biraz zorladım ve kendisini İstanbul'da yakalamamız biraz zor olacağı için, röportaj fikrimi hemen onunla paylaştım. Neyse ki beni kırmayıp teklifimi kabul etti ve Dedeman'daki Shakespeare Bistro'da buluştuk...  Zaten kendisinin web sitesinden (http://umutozbek.com/) öğrenebileceğiniz tarzdaki soruları dönüp dönüp ona sormamın bir anlamı olmayacağını düşündüğüm için röportaj sorularını kısa, öz ve farklı kılmaya karar verdim:)




 Öncelikle okuyucularımızın sizi biraz tanıması adına, sizin kendinizi ve yeteneklerinizi keşfetme sürecinizden bahsedelim. 





Herkes hayatının bir noktasında böyle bir sürece giriyor ister istemez. Sizin sanat hayatına adımınızı atma süreciniz nasıl oluştu?

  Çok enteresan bir dönemdir. Aslında benim hayatımı şekillendiren  bir dönüm noktası olmuştur o. Bir gün orta birdeydim ve yaklaşık 11 yaşındaydım çünkü ilkokula erken başlamıştım. Eve geldim ve evde bir yer değişikliği gördüm, mobilyaların yeri değişmişti. Ne geldi ki oraya diye kafamı uzattığımda salona, bir tane piyano alınmış olduğunu gördüm. O zaman Milliyet Gazetesi'nin bir kampanyasından babam eve bir piyano almıştı, bir konsol piyano. Bu benim için çok büyük bir dönüm noktasıdır. Neden? Çünkü zaten çok seviyordum, müzik aletlerine karşı bir ilgim vardı, bebekliğimden beri çay karıştırılırken, çayın köpüğü bile döndüğünde "nay nay" deyip oynarmışım. Böyle bir merakım vardı müziğe karşı ve ben o günden sonra piyanonun başına oturup, hiç bir şey bilmememe rağmen, tek parmakla bir şeyler çalmaya, melodiler bulmaya çalıştım. Sonra bunu iki yaptım, sonra üçüncü parmak oldu, dört parmak oldu derken, işte yemeğe çağırdılar gitmedim, başka bir şey oldu yapmadım, dışarıda belki gidip eğlenmem, oynamam gerekirken evde piyanonun başından kalmadım ve kendime bir idol edindim. Bir piyanistin çaldığı bir müzik klibi hatırladım, kimdi bu diye düşünüp araştırdığımda Elton John ismine ulaştım. Bu ismi incelemeye başladım gittim albümlerini aldım, o zamanlar tabi CD ler yeni yeni ortaya çıktığı için kasetlerini aldım, neler yaptığını incelemeye başladım. Bu kişinin sadece piyanosunu duymakla kalmadım, onun parçalarını dinledikçe armoniyi de çözmeye başladım. Bas gitar ne yapmış, sol elde neye basarken, sağ el neye basmış, nasıl gidiyor, geçişler, akorlar derken yıllar içinde kendi kendime on parmak çalabiliyor ve beste yapabiliyor duruma geldim. Zaman zaman kızıp yapamadığım şeyler oldu, kapattım kalktım başından, sonra bir daha oturdum başına derken konservatuvara 15 yaşımda girdiğimde ki şan bölümüne girdim, ben belli bir seviyede zaten piyano çalıyordum konservatuvara girdiğimde. Yan ders olarak piyano vardı ve piyano hocam, sen kiminle çalıştın, dedi. Kimseyle çalışmadığımı söylediğimde bana inanmadı ve ısrar etmem gerekti bir kaç kez hocamı inandırabilmek için. Onun da bana söylediği çalışımın dışında, piyanonun pedallarını bile bilinçli kullandığımdı, bunu kim öğretti sorusuydu, en sonunda ikna edebildim:) Bu benim için bir dönüm noktasıydı çünkü şu an, piyano çalıyorum, piyanoyla ilgili pek çok konserlerim, öğretilerim, derslerim oluyor ki şan bölümü okumuş olmama rağmen... Şan bölümü okurken konservatuvarda kendi aryalarımı çalıp söyledim, opera konserleri verdim; normalde piyanistler eşlik eder operacılara, ben kendim çalıp kendim söylüyordum. Sonrasında 1999 yılında Antalya Operasının sanatçısı olarak profesyonel hayatıma da adım attım ve beste yaparak, gerek operada gerekse dışarıda çalıp söyleyerek, bestecilik, aranjörlük yaparak bugüne geldim.



-Aslında gözlemlediğim kadarıyla canlı müzik yaparken sizi dinleyen kesime, çaldığınız mekana odaklı olarak, repertuvarınızı şekillendirebiliyorsunuz. Peki ya piyanonun başına geçtiğinizde, dinleyici sadece siz olduğunuzda, Umut Özbek kendisi için hangi parçaları çalıyor, hangi sanatçılardan vazgeçemiyor?

  Tabi az önce de belirttiğim üzere, en başta Elton John benim için bambaşka bir insan, müzisyen ve benim hocam da aynı zamanda. Çünkü piyanoyu, armoniyi, bir çok şeyi onun çalışından, yaptıklarından öğrendim. Ondan sonra etkilendiğim insanlar arasında Eric Clapton var, Sting var. Yerli müzisyenlerden Fatih Erkoç var, gerek yaptığı besteleri, gerek birden fazla enstrüman çalıyor oluşu düşünüldüğünde gerçekten o da harika bir müzisyendir. Bunun gibi bir kaç tane idolüm olabilecek, çalmaktan vazgeçemeyeceğim müzisyen elbette var.

-Bu arada siz Antalya Operasındaki  profesyonel hayatınız dışında, zaman zaman Antalya'daki çeşitli mekanlarda da sahne alıyorsunuz. Aslında tek kişilik dev kadro gibi bir haliniz var. Ben de bir çok konserinizde bulunma şansını yakaladım:) Okuyucularımızın da bilgisi olması açısından, hali hazırda Antalya'da ne zaman, nerelerde sahne alıyorsunuz onlardan bahsetsek?



  Yani sahne alma işi çok değişik bir şey. Sezondan sezona değişiyor ve bazen bir kaç yerde birden sahne alabiliyorsunuz, bazen de tek bir yerde. Kışın program daha yoğun oluyor. Bu yaz perşembeleri Irish Pub'ta çalıyorum sadece fakat Eylül, Ekim aylarıyla birlikte programlar salı ve perşembe olacak yeniden. Sezon içinde, kış sezonlarında otellerde çalabiliyorum, bir süre Antalya'da Stella's Restorant'ta da çaldım. Sheraton Otel'de uzun bir dönem çaldım ama şu an 2014 yazı itibariyle Irish Pub'tayım.



-Yakın zamanlardaki planlarınızda Antalya dışında bir yerlerde de çalma düşünceniz, size gelen teklifler var mı? 

  Zaman zaman oluyor tabi ki teklifler gelebiliyor ama çeşitli kriterler doğrultusunda sonuca ulaştırmak da çok önemli oluyor. Şu an için net bir şey görünmüyor fakat eskiden katıldığım etkinlikler var tabi; Rusya'ya bile gittim iki kere konsere; bir kere Jazz Festivali için, bir kere de solo konser vermek için.

-Eğer siz, yeni bir nota keşfetmiş olsaydınız, bu notaya ne isim verirdiniz?

   Normalde notaların isimleri belli tabi ki siz farazi soruyorsunuz. Sanırım "nefes" ismini verebilirdim. Çünkü müzik yaptıkça nefes alıyorum, ruhum besleniyor. Bu yerine göre beni hayata bağlayan bir şey de oluyor çünkü ben yaptığım işi çok seviyorum, zaten bir aşkla başladı bu 11 yaşımdan beri.

-İnsan hayatını pişmanlıklarla, keşkelerle yaşamamalıdır tabi ki ama yine de bazen “keşke” dediğimiz zamanlar da olmuyor değil. Daha önceden yapmayı planladığınız, bir türlü fırsatını bulamadığınız, ya da bulduğunuz fırsatı değerlendiremediğiniz zamanlar oldu mu hiç hayatınızda?

Aslında oldu ama biraz değişik bir "keşke"ydi bu. 2001 yılında İzmir Efes'te Elton John konseri vardı ve ben o konsere seyirciler içeri alınmadan çok önce girmiştim, bayağı önde de bir yerde duruyordum. Daha sonra beraber geldiğim arkadaşlarımdan biri bana dedi ki "Konser biter bitmez, fırla git Elton John'un yanına". O zaman tabi benim için Elton John çok büyük yerlerde olduğundan, kesin korumalar vardır, hiç öyle herhangi birinin herhangi bir şey yapmasına izin vermezler olur mu hiç, veya işte onun yaptığı işe saygısızlık olur filan diye düşündüğümden dolayı böyle bir şey yapmadım. Bunun bir kaç nedeni vardı tabi benim önüme bir kaç tane sandalye konulmuştu, benim onun yanına geçmem biraz zor olurdu ancak öyle bir şey yapmış olsaydım o konserin DVDsi bütün dünyada yayınlandı ve çok çok büyük ihtimalle o 2001 yılından beri yayınlanan DVDnin içinde ben de olmuş olacaktım ve bu belki de Elton John ile benim aramda oluşabilecek bir iletişimi ateşleyecekti, farklı kapılar açacaktı belki. Bu benim içimde kalmış bir şeydir. Keşke yapsaydım derim çünkü o konserin DVDsi şu an elimde var ve ben oradaydım filan deyip izliyorum her seferinde. Keşke hakikaten sahneye fırlayıp adamın yanına gitseymişim.

-Çok klişe bir sorudur belki "İlhamı nereden alırsınız?" diye sormak ama benim sorum biraz farklı. İlhamın  ne zaman, nasıl geleceği belli olmaz da, daha önceden yapmış olduğunuz besteleri düşündüğümüzde, sizi bir şeyler yaratıp ortaya koymaya teşvik eden şeyler nelerdi?

  İnsanın içindeki hislerle duygularla ilgili bir şeydir aslında ilham bana göre. Bazen bir çiçek görürsünüz oradan ilham alıp bir şeyler yapmak istersiniz. Bazen hiç bir şey yapmazken bir anda ilham gelir piyanonun başında otururken. Bazen de ve çokça zaman da aşktır. Bu çok değişkendir ama insanın içinden başka yerde değildir bence.


-Katıldığınız aktivitelerden bahsedelim. Okuduğum haberlerden öğrendiğim kadarıyla  yakın zamanda bir koşuya katılmışsınız ve gayet de başarılı bir sonuca ulaşmışsınız. Bu konu hakkında konuşalım mı biraz?

   Bu benim en yakın arkadaşlarımdan olan Burak Boşluk'un da teşvikiyle katıldığım, Redbull'un düzenlediği "Wings for Life" adında bir koşuydu. Türkiye'de bu koşuya sandalyeyle katılan tek kişi bendim ve biz 10 km koştuk, bir çok kişiyi de eledik. Sonra Türkiye erkeklerde 302. olarak yarışı bitirdim. Benim için çok çok güzel bir deneyim oldu. Bundan sonra her yıl yapılacak bir organizasyon bu. Ben de imkanım olduğu sürece hepsine katılmayı düşünüyorum.

-Tabi bu arada bu koşunun yurt dışı kategorilerinde, tekerlekli sandalyeyle koşu kategorisi olmasına rağmen, Türkiye'de böyle bir kategori yoktu ve siz ona rağmen bu yarışa katılmak istediniz.

  Evet maalesef... Zaten "Wings for Life"ın resmi sitesine girildiğinde bir çok ülkede tekerlekli sandalye kategorisinin olduğu görülebiliyor fakat bizim ülkemizde yoktu. Ben normal biri olarak kendimi kaydettirip tekerlekli sandalyeyle katıldım.

-Ne yazık ki ülkemizde bir çok şey talep edilmeden düşünülmüyor veyahut yapılmaya yeltenilmiyor. Belki de sizin talebinizle beraber önümüzdeki sene için yarışmaya bu kategoriyi de eklemeyi ihmal etmezler ve daha çok kişi de katılabilir. 

  Tabi böyle bir kategori konulduğu zaman parkuru da ona göre seçmeleri doğru olur.

-Siz bir şekilde önünüze çıkan zorlukların üstesinden gelmiş ve hayatınıza yine istediğiniz şekilde devam edebilmişsiniz. Belki de bu sizin içinizdeki enerji, yaşama sevinci ve olumlu düşünceyle ortaya çıkan bir durum. Ama bazı insanlar var ki ufacık bir olumsuzluk bile onların morallerini bozmaya yetebilir çünkü daha farklı bir şekilde düşünmeyi istemezler bile. Böyle zamanlarda kendini ümitsizliğe kaptıran insanlarla paylaşmak istediğiniz düşünceleriniz veya yorumlarınız var mı?

  Şöyle bir sorum var onlara; Tamam... Diyelim ki bir şekilde karamsarlığa kapılıyorlar, olumsuz düşünüyorlar ve kopuyorlar hayattan. Bunu yaparak ne kazanıyorlar?
İyi olanı yaşamak  mı bir şey kazandırıyor yoksa kötüyü düşünüp hayıflanmak mı?
Ben de büyük bir trafik kazası geçirdim ve hayatımda bir dönüm noktası olan bir şeydi. Başta bir kaç kere kendime "Niye?" dediğim zamanlar oldu. Çok uzun süreçler, günlerce süren bir şey değildi bu, ama oldu. Sonra mantıken düşündüğümde, "Hayat devam ediyor ve ben bunu, niye böyle oldu, neden bunlar yaşandı, diye sorarak kendimi iyileştirebileceksem, her gün sorayım" dedim kendi kendime. Ama hiç bir faydası yok kendinizi kapatıp hayattan uzaklaşıyorsunuz. Bu bana hiç mantıklı gelmediği için bu tarz düşüncelerden uzaklaştım. Hayat devam ediyor ve çok şükür yapabileceğim şeyler hala var diyerek hayattan zevk almaya başladım.

-Aslında bu benim gıptayla baktığım ve zaman zaman da bir türlü uygulayamadığım bir düşünce tarzı... Peki, hazır hayattan bahsetmişken, hayat ne için yaşanmalı sevgili Umut Özbek?

  Hayatın içinde pek çok güzellik olabilir sizi yaşamaya teşvik edecek. Açıkçasını söylemek gerekirse, aşk için son nefese kadar yaşanır.

-Ülkemizde sanatı gerçekten hissettiği ve sevdiği için takip eden bir kesim var, bir de sanatın, onlar göremeseler de hayatlarına neler kattığının farkına varamayan, varamadığı gibi bir de sanatın önünü kesmeye çalışan başka bir kesim var. Ben eskiden bu teraziye bakıldığında sanatsever kesimin daha ağır bastığını düşünürdüm ama günümüze baktığımızda bu düşüncemin pek de sağlam olmadığının bilincindeyim. Şu anda ülkemizin sanata karşı bakış açısı ne durumda?

  Maalesef geçtiğimiz şu son yıllarda, ülkemiz sanata verilen değer açısından pek iyi bir durumda değil. Hatta bu çok üzücü ki dünyanın başka hiç bir yerinde yok, hali hazırda olan sanat kurumları kapatılmaya çalışılıyor. Normalde ülkeler yeni sanat kurumları açabilmek için olanaklar sağlamaya çalışırlar çünkü sanat zaten ülke insanının ruhuna hitap eden, ruhunu besleyen bir şeydir en başta. Fakat bunun tam tersine kapatılmasına yönelik girişimler oluyor ve olmaya da devam ediyor. Bu çok üzücüdür ve insanın içinde bir yaradır açıkçası ülkemiz adına da. Ben sanatsız bir ülke düşünemem. Bu işin sadece bir kısmı. Öbür kısmına bakacak olursak, sanat bizim ülkemizde bir yerden değil beş altı yerden algılanıyor gibi geliyor bana. Bir kesim sanatı gerçekten sanat olarak algılıyor, görüyor, dinliyor ve saygı duyuyor; bir kesim ise ki bunları daha çok dışarıda görebiliyoruz zaten, sanatın sadece gürültülü bir müzikten ve eğlenceden ibaret olduğunu düşünüyor. İşte bangır bangır bir müzik çalsın, o eğlensin, öteki oynasın gibi algılanabiliyor sanat. Sanat tam tersine çok farklı bir şeydir ve bir çok da dalı vardır sadece müzik değil, bir tek o açıdan konuşmuyorum.
   Çok çok derin ve yoğun emek gerektiren bir şey, eğer gerçekten yapılmak isteniyorsa...

  -Bu ani ve bir o kadar da farklı röportaj için çok teşekkür ediyorum. Birbirinden değerli düşüncelerinizi, samimi yorumlarınızı paylaştınız bizlerle. Umuyorum tekrar Antalya'ya geldiğimde sizi dinleme fırsatı bulurum.

 Ben de çok teşekkür ediyorum, çok güzel bir röportaj oldu benim için de...





Umut Özbek ile yaptığımız görüşmemizin sonunda, ondan bizim için bir kaç şarkı önerisinde bulunmasını istedim.
İşte Umut Özbek'in Sorgusuz-Sual(siz) takipçileri için önerdiği bu akşamın parçaları;

Elton John- Your Song
Ray Charles- A Song For You
Lara Fabian- Adagio
Michael Jackson - Man in the Mirror
Idina Menzel- Brave
Beyonce- Listen
Michael Bolton- A Love So Beautiful

Sizler için bu şarkıları içeren küçük bir playlist de oluşturdum :)
http://www.youtube.com/playlist?list=PLnIbEDSK_1KItyuAlUc0uL1OtgPUjX6C-


Bu arada Umut Bey parça önerisinde bulunur da ben bulunmaz mıyım?
Kendi bestesi olan "Yağmur"u dinlemenizi öneririm.
http://www.youtube.com/watch?v=dLP0TBQ8TUs

Not: Kendi ismim diye üzerime alındığımdan söylemiyorum ama çok anlamlı:)

Yaz aylarında Antalya'ya yolu düşenler için son bir kaç cümle;
Perşembe akşamları Irish Pub'ta saat 22:45 i gösterdiğinde, sizi farklı yorumuyla bambaşka düşüncelere ve dünyalara götürecek olan Umut Özbek farkını kaçırmayın derim;)
























26 Haziran 2014 Perşembe

Anadolu Yakası'nda Sempatik Bir Gündü:)

25 Haziran 2014
Bu aralar biraz boş takılmaya çalışıyorum aslında. Finallerim bitmiş, stajlarımdan biri tamamlanmış, yaz tatili başlamışken, boş durmaya alışık olmayan bünyeme "Hiç bir şey yapma, biraz kafanı dinle!" diyorum ama tabi yine başarılı olamıyorum malesef. Ufak çaplı işler, planlar ve organizasyonlar yine mevcut. Şikayetçi miyim? Hayır asla;)

"Radyo programı yapamasak da, blogumuzda paylaşırız." diyerek yaptığımız, kendi kendini geliştiren müzikli paylaşımlarımıza devam ediyoruz. Çarşamba sabahı önceden sözleştiğim, dostlarımdan, dert ve eğlence ortaklarımdan biri olan Ayberk ile buluşmaya giderken, Kadıköy'de her zamanki durağımda durdum ve vitamin depoladım.
Kulağımda Waldeck- Memories çalıyordu. Greyfurt+portakal karışımımı bir kaç yudumda bitirip şarkı eşliğinde yoluma devam ettim.
*Waldeck- Memories; http://www.youtube.com/watch?v=zM39EUa1uQk

Not: Bu arada greyfurt tüketmeyi seçeceğiniz en yararlı meyvelerden biridir. Acıdır, belki ilk etapta da biraz mide bulandırır ama yağ yaktırıp C vitaminini de arttırır;)

Buluştuktan sonra bir şeyler atıştırıp karnımızı doyurduk ve Kadıköy sokaklarında böyle küçük şirin bir yer bulup, kahve içesimiz geldiğini dillendirdik. Sonuç olarak Barlar Sokağının sonuna geldikten sonra karşımıza çıkan Cuba Coffee Social Club'ta kahvemizi içmeye karar verdik. İsminden de tahmin edileceği gibi, Ayberk Cuba Latte içti, ben de Cuba Americano. Ortaya da bir limonlu cheesecake söyledik. Sohbet, muhabbet derken tabakta ve bardaklarda hiç bir şey bırakmadık. O an fiziksel olarak dinlemiyor olsak da aklıma gelen, kulağımda çalan şarkı  Birdy- Maybe idi;
Hayallerinin bir gün mutlaka gerçekleşeceğine inanmak isteyenlerin şarkısı. Bir gün eski günlere bakıp da gülümseyebileceği şeyler yaşamak için çabalayan dostlukların, arkadaşlıkların ve aşkların şarkısı.


*Birdy- Maybe; 

http://www.youtube.com/watch?v=sBpsuRKT4hc

Not: Bu arada kahvelerin lezzeti fena değildi ama öyle aman aman da bir tadı yoktu. Diyeceğim o ki isme aldanmamak gerek, ama önemlidir risk alıp denemek;)





Günlük kahve krizim gelmeden ucuz kurtardığımız bir kahve seansından sonra Bostancı sarı dolmuşlarına atlayıp Caddebostan Sahilinin yolunu tuttuk. Kim demiş Anadolu Yakası'nda hayat yok diye?  İsteyince öyle güzel ve dinlendirici şeyler yaparsınız ki o cümleleri geri yutmak zorunda kalırsınız;)
Biz hazırlıklı gitmiştik. Sürekli bu keyfe erişebilen insanlar olmadığımızdan bizde öyle kolay açılır sandalye mandalye yoktu ama havlularımız ne güne duruyordu:) Giderken yanımıza almıştık zaten havlularımızı ve tabi ki kitaplarımızı. Haftaiçi olduğu için sakin bir gün gibiydi sahilde. Serdik havluları ve açtık keyif biralarını (evet alkole karşı değilim dozunda alındığı sürece;))
Tabi o sıralarda benim aklımda yine bir şarkı dolanıyordu;
Vance Joy- Riptide;
Ne bileyim hoşuma gitmişti şarkı, ilk dinlediğim zaman da İngiltere'de tarzını çok sevdiğim bir sokakta rastgele girdiğim bir pubta çalıyordu. İyi ki "Shazam" diye bir uygulama vardı ve iyi ki telefonum akıllıydı da şarkının ismini bulabilmiştim. (anılarımı şarkıyla sabitleyebilmiştim:))
*Vance Joy- Riptide; http://www.youtube.com/watch?v=uJ_1HMAGb4k

Not: Evet ara ara İngilizce gramerimi tazelemek için İngilizce roman okumaya çalışıyorum, aslında pek de zevk almıyorum ama bir şekilde güncel tutmak gerek:) Ayrıca evet ayaklarımın numarası 39 filan hatta bazen 40 bile giyebiliyorum:)

     


Ortamımızdan bazı alakasız görüntüler:)



 Yanımızda getirdiğimiz kitaplarımızı okurken Ayberk'in okuduğu kitaptan bir bölüm dikkatini çekince bana da okuttu ve o kitabı bitirdiği zaman, tamamını da okumaya karar verdim.
 İşte küçük bir kesit;
  "Tamam, bundan sonra bir şeyi öğrenmek istediğin zaman balıklama dalacaksın."
  Brida bu dersi çabucak unutmuştu. Daha yirmibir yaşında olsa da pek çok şeye heveslenmiş, ama hızla başladığı her hevesten aynı hızla vazgeçmişti. Zorluklardan korkmazdı, onu ürküten belirli bir yolu seçmeye zorlanmaktı. 
   Bir yol seçmek demek, öteki yolları deneme fırsatlarını kaçırmak demekti. Önünde koca bir hayat vardı ve ilerde şimdi yaptığı seçimlere pişman olabileceğini düşünüyordu.
"Kendimi bir şeye mahkum etmekten korkuyorum." diye düşünüyordu. Olabilecek bütün yolları denemek istiyor, sonunda hiçbirinde yol almıyordu.
                                                                                                                                                                                                                         Paulo Coelho - Brida




   Bir kaç saat süren bu dinlendirici ve bir o kadar da dolu dolu geçen Caddebostan keyfimizden sonra kapanış kahvelerimizi içip evlerimizin yolunu tutmaya karar verdik. Bu sefer bilindik bir tat için  Barlar Sokağının yukarısına çıkarken sol taraftaki yeni açılan Starbucks'ta oturduk. Türk kahvelerimizi söyledik. Umut hiç bir zaman tükenmez, şansın da nereden geleceği belli olmaz deyip, fincanlarımızı kapattık ve günü sonlandırdık.


 

Sevdiğiniz bir dostla paylaştığınız gün sizi enerjik kılar; zamana ve hayata daha da bağlar :)



25 Haziran Çarşamba gecesinin şarkısı ise bu aralar benim favorilerimden biriydi;
Dinlediğiniz için kendinizi şanslı sayabileceğiniz türden.
Hani o sesin tınısını kulağınızda hissettiğiniz zaman, bambaşka dünyalara gidebileceğiniz türden.

*Esther Phillips - Try Me; http://www.youtube.com/watch?v=2ezNKVfpBZU


Şarkılarımı, hikayelerimi, düşüncelerimi paylaştım yine. Umarım linklere tıkladığınıza pişman olmamışsınızdır;)
Her türlü soru, yorum, paylaşım veya öneri için mail adresim;
ygmrsmsk@gmail.com

Hoş kalın:)





23 Haziran 2014 Pazartesi

Keyifli akşamlar/sabahlar, Sorgusuz- Sual(siz) dinleyicileri;)

Keyifli akşamlar/sabahlar (hayır belki de işe gittiğiniz için erken yatıp bu muhteşem blog yazısını kaçırmışsınızdır, sabah fark etmişsinizdir ve okumak istemişsinizdir, olamaz mı, olabilir, işte o yüzden "sabahlar" kelimesini de ekledim ki kendinizi konu dışında hissetmeyin:)) Sorgusuz- Sual(siz) dinleyicileri,
Bildiğiniz üzere, Radyo Özü'deki yayınlarıma dünyamın bir kaç parçaya bölünmesiyle biraz ara vermiştim.(Bunlar temel olarak 3'e ayrılıyor; Staj, üniversitenin sınavları, özel hayat <bu da kendi arasında 4'e ayrılıyor; aile, dostluklar, arkadaşlıklar ve aşk.>) Ardından yakın bir zamanda Instagram üzerinden paylaştığım bir video aracılığıyla da radyomuzdaki teknik aksaklıklar hakkında kesin bir ilerleme olmasa bile sizlerle bir şekilde paylaşımda bulunabileceğimi beyan etmiştim.
Her neyse, uzun lafın kısası (ki bu benim blog sayfamda hiç olmayacak biliyorsunuz, hadi yine bir umut:)) önümüzdeki iki üç ay hakkında bazı fikirlerim olsa da kesinleşmeden paylaşmak istemediğim gibi sizlerle ayrı düşmek de istemedim. Çünkü paylaşmayı seven bir insanım (yalnızlığımı pek olmasa da;)
Şarkıları, duyguları, düşünceleri paylaşmak bana hep büyük bir mutluluk ve yaşama sevinci veriyor. Çünkü her defasında yeni bir şey öğreniyorsunuz paylaştığınız kişiden; paylaşan kişi siz olsanız bile!

Benim bir sürü hikayem var, dolayısıyla şarkıların da bende bir sürü hikayesi var...
Dinlediğim an, içinde bulunduğum durum, hissettiğim duygular sayesinde binlerce farklı hikaye.

Mesela şu şarkıyı dinlerken Çeşme'ye gidiyorduk ve inanılmaz bir şekilde yağmur yağıyordu.
"Şu Şarkı"/ Jane Birkin-Living in Limbo ;
 http://www.youtube.com/watch?v=tIFtUOzw6GM saat 3 mü 4 mü neydi ve ben biraz uyuyup uyanmıştım arabada. Belirsizlikler içinde yaşayan, yanına ne aldığını veya aldıklarını nerede bırakacağını bilemeyen, son durağın neresi olacağını göremeyen insanların şarkısı.

Mesela bir gün bir şeyler oldu ve ben sırılsıklam ıslandım.
Arkadaşımın beni bıraktığı yerden metrobüs durağına yürüdüğüm an hızlanan yağmur, benim elimde olmadan kendimi koruma çabalarımı, üzerimdeki trençkotumu, kot pantolonumu, beyaz bluzumu, kolyemi, çantamı, çantamın içindeki bir adet Arzum Uzun kitabını, akbilimi, saçlarımı, yüzümü, sivilcelerimi kapatmak için sürdüğüm fondotenimi acımadan ıslattı, aslında yıkadı. Yetmiyormuş gibi o günün garipliğinin farkında olmadan giydiğim babetlerimi sanki denize, deniz ayakkabısıyla girip çıkmışımcasına suyun içine soktu çıkardı. Sonra ne mi oldu? Metrobüse bindim. Nedense herkes kuru, bir ben o sıralarda yakalandığım için bu dengesiz yağmura, sırılsıklam. Şıp şıp su akıyordu durduğum yerden. Hani şu "from where I stand" fotoğrafları var ya sosyal medyada paylaşılan, ben öyle bir şey paylaşsaydım o anda, kendinizi tatlı su akıntısında bulurdunuz herhalde. Neyse ki yol çok uzun değildi. Altunizade durağında inip, artık ıslandığıma göre çok da acele etmeden yürümeye başladım. Yağmur hala yağıyordu ve en irite olduğum cümleleri duydum yine; "Yağmura şemsiye, yağmura şemsiye..." Yok ya? Hem vücudumun her zerresine kadar ıslanmıştım, hem de 5 lira verip kıytırık bir şemsiye alacaktım öyle mi? 'Yemezler' dercesine bir bakış attım amcaya ve Altunizade metrobüsün o uzun parkurunu tamamladıktan sonra artık 10 dklık yol için minibüse binmeye hazırdım. Minibüs şoförü beni taaa ileriden görüp halime acıyıp bekledi. Bindiğim an herkes benden kuruydu ve adam yine halime acıyıp "Kaloriferi açayım mı?" dedi. Yok, dedim ineceğim şimdi.. İndim...
Apartmanın önünde şıkır şıkır giyinmiş, elit bir kadın taksi bekliyordu ve tabi ki elinde şemsiyesi vardı. Beni görmemekte ısrar edip her adımımda arkaya bir adım daha atıp benim apartman girişine giden yolumu kapayınca, "Afedersiniz ama isterseniz geçeyim yoksa size sürtünüp geçmek durumunda kalacağım ve bu sizin için kötü olabilir, malum." dedim üzerimi göstererek. Kadın güldü "Ay pardon görmemişim." Neyse evime girdim. Bütün kıyafetlerimi çıkardım ve yakın arkadaşlarımdan birine "Acaba duş almadan sadece kurulansam ertesi gün hasta olur muyum?" diye sordum, "Yok bence olmazsın." dedi ve kız dayanışmasını bir kez daha yaşayıp rahat mı rahat koltuklarıma oturdum. Kahvemi koydum, battaniyemi çektim ve müzik açtım. İlk çıkan şarkı da buydu;
"Bu şarkı"/Norah Jones-Young Blood; 
http://www.youtube.com/watch?v=3WVH8kxF7cI



Bugünlük paylaşımımızın sonuna geldik sevgili Sorgusuz-Sual(siz) dinleyicileri.
Umarım size güzel zaman geçirtebilmişimdir ve umarım paylaştığım bu iki şarkıyı seversiniz, hatta sizin de birbirinden güzel anılarınız olur ve benimle paylaşırsınız:)
Mail adresim: ygmrsmsk@gmail.com

Paylaşımlarınızı bekliyor olacağım.
İyi geceler/günler;)





16 Haziran 2014 Pazartesi

E Bir Denesen Diyorum?

"Müzik değişince dans da değişir." bir Afrika atasözü...

Bırak şu;
"Bize böyle öğrettiler.", "Ben bunları hiç yapmadım.", "Bizim oralarda o işler böyle yapılmaz.", "Elalem ne der?", "Atsan atılmaz, satsan satılmaz.", "Ben yerimde iyiyim.", "Çok şükür bize bu da yeter.", "Risk alırsak beter mi beter.", "Boş duranı sevmez ama gezenden de haz etmez.", "Tak sepeti koluna herkes kendi yoluna.", "Bana dokunmayan yılan bin yaşasın da ne yaparsa yapsın başkalarına.", ayaklarını...

Bal gibi ortasındasın işte bambaşka hayatların ve ayak uydurmaya çalışmaktan başka çaren yok.

Gözlerini gerçeğe kapatıp, görmeyeceksen olup biteni, kendini mağaraya kapat daha iyi.

Denemeyi dene!

Çünkü rüzgar nereden eserse essin gidecek bir yer bulabilirsin kendine.
Bir canın varsa hala ve nefes alabiliyorsan "çok şükür",
İzlemeyi bırak, yaşamaya bak!

Duyduğun ses aynı olmayacaktır yaşam boyu.
Sen tek bir nota öğrenmişsen ustalarından,
Suçlayamazsın beste yaratanları, senden daha fazlasını yaptıklarından...




Şöyle bir dönüp baksan etrafına ...
Anlayacaksın belki gerçek olan, şimdidir.
Durup düşünsen biraz
Farkına varacak gibisin, geçmişte öğrendiklerinin belki de modası geçmiştir.
Empati yapabilsen biraz,
Diyeceksin belki, bu da onun karakteridir.
Kapıdan dışarı adımını bir atıversen,
Ya da farklı bir televizyon programı izlemeyi seçsen,
Olmadı gazete okusan, kitap karıştırsan,
Ne bileyim işte hayatı yakalayabilmek için bir şeyler yapsan
Göreceksin ki soluduğun hava bile aynı değildir.
Beş dakika önce düşündüğün şeyden,
Şimdi vazgeçebilme ihtimalin bile söz konusuysa,
Belki de gardını indirmenin tam vaktidir.
Sahne kalabalıktır, ama eğlencelidir de bir taraftan
Oturmak istemez yerine, zevk alan hayattan...
İşte bu yüzden, kimileri daha farklı adımlar öğrenir
Çünkü bilirler ki "Müzik değişince dans da değişir."


11 Haziran 2014 Çarşamba

Limon Ağaçları Var Çünkü...



Sorun ne biliyor musun? 
İnandığım şeyler benden uzaklaşırken hiç farkında olamamışım. 
Şöyle bir durup, nefes alıp, benden tabana kuvvet kaçmaya çalışan en ufak inancımı yakalama gayretinde bile bulunamamışım. 
Serbest kalmak istemişim belki, özgür olmak, yeniden başka bir şeylere inanmak. 
Olur ya, belki de o an için, sadece bir kaç saniye için inandığım her şeyin tam bir kurmaca olduğunu düşünmüşüm. 
Gitmişim, dinlemişim, inanmışım, yaşamışım ve yine kendi inançlarıma geri dönmüşüm...
--------------------------------------------------------


Hayatı paylaşmayı severim çünkü hayallerine ulaşmaya çalışırken arkasında iz bırakan bir tek ben değilim. 
Ayak izlerimizi paylaşalım isterim.
Anlamadığımızı sorup, anlayanların anladıklarını yeniden anlamlandıralım isterim.
"Mükemmel" değilim ve bunu kanıtlayacak şeyler yapmayı severim. 
Nasıl mı?
Hata yaparım, bilirsin...
Okuduğum kitaplardan birinde geçen bir konunun başlığı şu şekildeydi;
"It's better to regret what you have done than what you haven't." Paul Arden
Yani hiç bir zaman "mükemmel" olacağına inanmadığım İngilizcemle çevirecek olursam;
"Ne yaptığınız yüzünden pişman olmak, ne yapmadığınız yüzünden yaşayacağınız pişmanlıktan daha iyidir."  Paul Arden
Daha iyidir, çünkü yaptığın her hata seni daha farklı bir insan haline dönüştürür.
Olumlu veya olumsuz olabilir sonucu belki ama,
Sen daha emin olursun şekillendireceğin hayatın ve karakterinle ilgili konularda.
Hata yaparım, bilirsin...
Hem de inandığım şeyler uğruna sonuna kadar hata yapabilirim. 
Çünkü ben onlardan değilim.
Uzaktan görüp, yaşıyormuş gibi yapmaktan hoşnut olacak bir yapım yok malesef ki.
Gerçeğe ulaşmalıyım, dokunmalı, koklamalı, kendi dünyamda hissetmeliyim ki gerçekten yaşamış sayayım kendimi.
Özenti yaşamlardan sıkıldım artık. 
Kandırılmaktan ve düşüncelerimle birlikte kaldırılamamaktan da...
Farklı bir hayata sahip olmak isteyip de aynı kararları alıp duran insanlardan sıkıldım.
Yeri geliyor, bu insanlar dediğim kavram, aynada gördüğüm büyümüş de küçülmüş bir kız çocuğu veya az çok bir şeyler deneyimlemiş genç bir kadın da olabiliyor.
Hangisi işime gelirse 'o' oluyorum işte.
                                            Sorun ne biliyor musun?
Tek bir şerit yok yürüdüğüm yolda. 
Ama bomboş da değil bu yolum aksine... 
Limon ağaçları var çünkü; 
Ekşi bir yaşamın, tatlı bir simgesi gibi. 
Zeytin ağaçları var mesela; 
Barışın habercisi, ama daha çok lezzetli bir savaş gibi... 
Hayat dediğim, hayatım dediğim de tam da bu noktada bana göz kırpıyor sanki...


Sorun ne biliyor musun?
Bütün bu sorunları yaşamaktan büyük bir haz alıyormuşum gibi geliyor.

 Sahiplenmişim dünyamı, düşüncelerimi.
İnançlarımdan uzaklaşırken hiç farkına varmadığım gibi, 
Onları yeniden hayatıma sokarken de hiç farkına varmamışım.
Kendiliğinden olmuş,
Bütün gerçek şeylerin kendiliğinden olduğu,
Bütün büyülü şeylerin aslında biz farkında olmadan hayatımızda var olduğu gibi.
"Mükemmel" değiliz,
En azından ben değilim...
Ve şu ana kadar hissettiğim hiç bir duygu beni bu kadar ferahlatmamıştı.
Tıpkı bir dostumun rast gelip bizimle paylaştığı, bir kolu eksik olmasına rağmen etrafına ışık saçan bir denizyıldızının içindeki ferahlık gibi.
(Beş tane kolu vardır denizyıldızının ve kollarından herhangi birini kendini savunmak uğruna vücudundan ayırabilir. 
Çünkü bilir ki yenilenebilir...)



Sorun ne biliyor musun?
Sen elinden geldiğince ufka bakıyorsun ve bu bazılarını deli ediyor.

Sen kendini bir şekilde asimile olmaktan kurtarmaya çalışırken,
Hayallerin uğruna bir kaç tane elbiseni kesip biçip, daha sonrasında gardrobunu yenilerken,
Birileri senin üzerine hiçbir zaman oturmayacak bir elbise giydirmeye çalışıyor.
Sen hata yapıyorsun ve bununla için rahatken,
Birileri senin hatalarından kendine ders değil, pay çıkarıyor.
Sen "mükemmel" olmadığını gururla söylerken
Birileri sadece -miş gibi yapıyor.
Durum böyle olunca derin bir nefes alıp,
Yüzüne alaycı bir gülümseme yerleştirip,
Bu kez vazgeçmeyeceğin inançların ve karmakarışık çizgilerinle dolu yol haritanla,
Yolculuğuna devam ediyorsun....








25 Mayıs 2014 Pazar

Sevgili Uma'nın Clara ile Yüzleşmesi

"Az insan tanıyor ve kimseyi de sevmiyordum." 
Vladimir Nabokov, Göz 


   Bildiğin gibi değil Clara. Günden güne eskidiğimi hissediyordum. Çünkü her şeyimiz ikinci eldi. İlk başta bunu sorun etmiyordum. Durumumuz ortadaydı. Koltuklar veya dolaplar eski olsalar da bu benim için çözülemeyecek bir problem değildi. Bir terziyle anlaştım. Koltukların üzerlerine yep yeni örtüler diktirttim. Gerçekten çok güzel görünüyorlardı. Dolapların raflarına kağıt döşedim. Her şey ilk günkü gibiydi sanki. Öyle ya yuvayı dişi kuş yapar, erkek kuş dağıtır, dişi kuş toparlar, erkek kuş yine ortada bir yerlerde ya bir çorap tekini ya da içtiği kahvenin bardağını bırakırdı. Sonra şey, o koku... O kokuyu evden ve sokağımızdan çıkarmak için çok uğraştım. O eskimiş koku. Sanki hiç bir zaman rahat bir nefes alamayacakmışım gibi peşimden gelen koku. Sen de pişmanlığın, ben diyeyim bir anlık kararın kokusu... Eskiden bu kadar farkında değildim kokuların insan hayatında kapladığı yerin, değerin. Öyle ki her 4 ayda bir parfüm değiştirirdim, kendi kokumu bir türlü bulamamıştım, bundan olsa gerekti o telaşım. Her neyse, farklı oda kokuları aldım. Her yere sinsin diye çok uğraştım. Sonunda başardım, en azından ben öyle sanmıştım..

  Bildiğin gibi değil Clara. Bu yeni yere alışmaya çalışırken çok yoruldum, yıprandım. Gidersem bir yerlere veya o gelirse benimle  her şeyi halledebiliriz sanmıştım. İkinci elden olma bir yaşamımız vardı sanki. Bu öyle bir his ki, sanki ben hiç yeni olamayacakmışım veya elini tutan ilk kişi kalamayacakmışım gibi. O vitrinde görüp, "aa yeni çıkmış, kesinlikle benim olmalı" dediği ayakkabılardan biri, ya da bir bara girdiğinde, "şurada tek başına oturan kızı daha önce görmemiştim, hmmm tanışmalıyız belki de" dediği kızlardan biri de olamayacakmışım gibi. Bana hiç yeni olduğumu hissettiren şeyler yapamayacaktı. Özenle temizleyip bir kenara koymayacaktı veya eskir diye düşünüp bir süre evde bekletmeyecekti beni. Öyle de yapmadı zaten. Bıraktı ve gitti.
O yeni insanlar tanıyordu ve ben ikinci kez farklı bir kişi olarak tanıştığım insanlarla yetinmeye çalışıyordum. "Az insan tanıyor ve kimseyi de sevmiyordum." (Vladimir Nabokov)
O kadar isteksizdim ve o kadar karar vermiştim ki bu ismini bile söyleyemediğim kasabadan ilk fırsatını bulduğumda tüğeceğime (sanki daha önce hiç bir yerden tüğmemişçesine), kimsenin telefon numarasını bile bir kenara yazmak istemiyordum. Başıma bir şey gelse ve birini aramam gerekse, ben aslında orada hiç yoktum. Bir kuyuya düşebilirdim mesela ve bu kasabada her şey gelebilirdi başıma. Düştüğüm kuyudan bağırsam, bir kaçı beni duysa bile bana yardım elini uzatamayacak kadar sevmiyordum kimseyi, e onlar da beni...
Gitmesem olurmuş, ama gittim. İnanmak gibi bir hata ettim. Ufacık da olsa bir inancım vardı yeniden başlayacağıma dair, çünkü insan dediğin inanmazsa delirir.

    Bildiğin gibi değil, işte orada anladım yaşadığı şeyleri ikinci kez yaşamak insanı nasıl bezdirir. Üzgünüm Clara, belki tüm bunları duymak istemezdin ama tek arkadaşım sendin ve başka kimse yoktu arayabileceğim. Şimdi gerçekten yok olup gideceğim ve korkarım, yine de değişemeyeceğim.
İşte garip bir şarkı, şimdi sana dinletmek istediğim;
http://www.youtube.com/watch?v=ZgTers13LtE














21 Mayıs 2014 Çarşamba

"Be a pain killer, not a vitamin."

Startup Turkey 2014'te yaptığı konuşmasında Vitaly Golomb,
“Be a pain killer, not a vitamin.”demişti...
Ülkenin şimdi hafifletici aksiyonlara değil, kesin çözümlere ihtiyacı var.
Tabi yerse...



















11 Mayıs 2014 Pazar

Tanıdığım Bütün Değerli Annelere

                                         Anneme;


O kadar 'var'sın ki başka hiç bir şeye ihtiyacım yokmuş gibi hissediyorum...

Seni seviyorum çünkü bunun için bana  bir çok sebep verdin.
O yüzün hep gülsün....











Teyzeme
 (teyze dediğime bakmayın);
Doğduğum andan beri beni sahiplendiğin ve aslında benimle birlikte büyüdüğün için teşekkür ederim.
Uykusuz geceler geçirmene sebep olduğum için de özür dilerim:)
Teyzem değil anne yarım, ablam ve arkadaşım oldun benim. 
Seni her zaman çok seveceğim, iyi ki hayatımdasın ve iyi ki kalbimiz bir:)








                    Anneanneme;

Bana bu güzel iki anneyi hediye ettiğin için teşekkür ederim.
Kız annesi ve anneannesi olmak kolay değil şekerim;)







-------------------------------------------------------------------------------------

Anneleri sevin, çünkü onlar zaten geri kalan her şeyi yapabiliyorlar.
Siz sadece değer verdiğinizi gösterin ve bunu nasıl yaparsanız yapın onlar sizi anlar.

Ben şanslı kızlardan biriyim, annesiyle arkadaş olabilen.
 (Hayır öyle düşündüğünüz kadar da sınırlarımızı zorlamıyoruz canım, anne-kız olduğumuzun da farkındayız:))

O olmasaydı ben kendimi bir akıntıya bırakır giderdim herhalde.
Onun bana yol göstermesi, kendimi bıraktığım akıntıda nasıl olur da zengin bir su birikintisi olurum, nerelerden geçerim de daha güçlü çağlarım diye düşünmeye sevk etti beni.

Olmasaydı sen olmazdın zaten dediğinizi duyar gibiyim:) İşin o boyutunu insanoğlu olarak anladığımızı düşünüyorum fakat olmak var, olmak var.

Annelik sadece çocuğunun biyolojik annesi olmak değildir çünkü.
O kadar çok örneğini görüyoruz ki bunun, insan şaşırıp kalıyor ne yazık ki.
Anne olmaksa istediğin, bunu isterken amacın başka olmayacak.
O doğurduğun çocuktan bir medet umarak almayacaksın çocuğunu kucağına.
Emek vereceksin ve bunun için de cesaretli olacaksın, şayet değilsen cesaretli olmayı öğrenmek için de istekli olacaksın
Anne olmak bir mantık hareketi değildir.
Kendini hazır hissettiğin an alacaksın o kelimeyi ağzına.
Tabi ben böyle konuşuyorum da, zorunda bırakılan kadınlar meclisimin dışında.
Onlar da yalnız değiller aslında, bütün kadınlar ikinci bir annedir ihtiyacı olan çocuklara.

Ne diyorduk ben şanslıyım.
Karakterimi inşa ederken üzerimdeki yükü hafifleten bir annem vardı, şimdi o hayatına devam ederken yükü taşıma sırası bana geldi:)

Şanslıyım ben, hayatımda ne olursa olsun, hangi hayal kırıklığını yaşarsam yaşayayım, kendi çapımda depresyona girersem gireyim, kendimi üzersem üzeyim, birileri beni üzerse üzsün, yine de şanslıyım. Gerçek bir anneye sahip olmak demek neymiş öğrenebilme fırsatım oldu çünkü. Hatta gerçek bir anneden daha fazlasını öğrenmiş oldum ve bu biraz ekstrem bir durum:)

Veeeeee BİZe gelince kızlar. Geleceğin potansiyel anneleri olarak durumumuz biraz karışık. Doğruyu ve yanlışı, iyiyi ve kötüyü pek de ayırt edemediğimiz zamanlardan geçiyoruz çünkü toplum olarak. Dolayısıyla karar vermek çok zor bir canlı daha getirip getirmemek tansiyonu değişken olan şu dünyaya. Ama olur da bu kutsal göreve erişebilirsek bir gün, önce onlarla arkadaş olup bazı gerçekleri anlatabilmemiz gerekiyor.

Mesela;




Birinden hediye alabilmeleri için ille o kişinin sevgilisi olmaları gerekmiyor. Hediye içten gelen bir şeydir ve bunu onlara değer veren veya onları düşünen biri de gayet yapabilir;)





Eğer kız olduysa, söylemeliyiz ki hayatı boyunca binlerce kez fal baktıracak ama muhtemelen bunlardan on on beş tanesi gerçekten tutacak. O yine de fal baktırmaktan hiç usanmayacak.
Şimdiden kahve fincanlarını almaya başlasak iyi ederiz:)




Şanslıysa, gittiği her ortamda bir çok arkadaşı olurken, yılların eskitemediği sadece bir iki tane kadim dostu kalacak.



Elbette tartışmalar ve küsüşmeler yaşayacak, ama dönüp dolaşıp yine dostlarının omzunda ağlayacak, onların yanındayken kahkahalar atacak.








Aylarca görmese de canı bildiği dostlarını, tek bir görüşmede bile içini dökebilecek, sarılıp huzur bulabilecek.





Erkek veya kız olsun fark etmez. Ona öğretmelisiniz ki bazen bir grupta kız sayısı ne kadar azsa, olay o kadar az çıkar. Çünkü kızlar dedikoduyu sever.
(aslında erkekler de sever ama çaktırmazlar ve bu yüzden her zaman sorun çıkaran kısmın onlar olmadıklarını iddia ederler. Hatta bir dk bu konuda dolmuşum:) Bir kızın diğer kızla ne yaşadığı veya ortada dönen entrikalar onların umurlarında değildir ama bir kızın bir erkekle ne yaşadığını oturup dizi seyreder gibi birbirlerinden dinlerler. İşte bu yüzden sizinkilere söyleyin, nerede ne konuşacaklarını iyi bilsinler;))
.



Onlara şöyle söyleyelim; hayat bizin onlara okuduğumuz masallar gibi sonu bilinen bir yer olmayacak. Her şeye rağmen onların yapması gereken sonunu düşünmeden yaşamak, her dakikalarının değerini bilmek olacak.





Şunu da ekleyelim sonra; bazı şeylerin ekşidiğini düşündükleri zamanlarda, onların yardımına süt değil tekila koşacak. Tuza sadece eriği değil, shot bardağını da banacaklar, çünkü bir gün onlar da tıpkı bizler gibi büyüdüklerini sanacaklar.









Not: Ben tekila eğitimini verdikten sonra çocuğuma bir de Guinness'i öyle herkesin sevmediğini ama annesinin bu özel birayı, zamanında Dublin'e gidip Guinness fabrikasının içine düşecek kadar çok sevdiğini de eklemeyi düşünüyorum. 






Şöyle söyleyelim onlara; bir gün gelecek ve dilini adam gibi bilmedikleri bir şehirde, 1 saat içinde, bambaşka insanlarla tanışacaklar.
 (hatta belki onların çoğunu bir daha hiç görmeyecekler ve anılarını anlatınca onları anlayacak hiç kimseleri olmayacak.)



























Ama bazı günler gelecek ve yine dilini adam gibi konuşmadıkları bir şehirde tanıştıkları insanlarla bağlarını bir türlü koparamayacaklar.Belki karşı karşıya hiç gelemeyecekler ama birbirlerinin iyi olduğunu ve neler yaptıklarını hep bilmek isteyecekler.




Bazı insanların üzerini karalamaları gerektiğini er ya da geç öğrenecekler. Bir resimde herkes gülüyorsa ve aslında onlarla gülmeyi hak etmeyen biri varsa, o kişiyi resimden çıkarmasını da iyi bilecekler.
(Kadınların affeden ama unutmayan, damarlarına basılırsa da gözlerinin yaşına hiç bakmayan varlıklar olduğunu da karşılarındakilere ara sıra hatırlatmak zorunda kalacaklar. Anlatmak zorunda kaldıkları kişi yine bir kadın da olsa;))





Bazen daha önce hiç tanışmadıkları, ama tanıştıkları için kendilerini özel hissedecekleri  kişiler onlara evlerini açacak,









      Bazen vazgeçemedikleri küçük küçük gruplar, onlar için bir araya gelecek.










Bazen zamanında liseden ne kadar kurtulmak istemiş olsalar da eğlenceli günlerini özleyecekler,


















Bazen de çocuk olmaktan hiç vazgeçmeyecekler.






Onlara uzun bir gecenin sonunda midye yeme zevki diye bir şeyin varlığından bahsedelim... 
















Onlara spor yapmayı ve sağlıklı beslenmeyi bir şekilde eğlenceli kılabileceklerini anlatalım...




Erkeklerin annelerine verdikleri tek bir öpücükle, dünyaları bile değiştirebileceklerini söyleyelim onlara. 



Ablaya verdikleri tek bir öpücükle de ablanın ileride ve öncesinde hayatına girecek olan tüm erkeklerin önüne geçtiklerini  söyleyelim;
 true story;)







Yaşanan her şeye rağmen gülümseyebileceklerini ve çocuk kalmamak için hiç bir sebeplerinin olmadığını gösterelim onlara.








Sarılmanın bir insanı ne kadar mutlu edebileceğini anlatalım.




Yıllar boyu sürdürülen dostça ilişkilerin hiç bitmediğini benimsetelim onlara. 






Söyleyelim ki bir anda kestirip atmasınlar bütün kurdukları ilişkilerini. İnsanlara zaman ve şans verebilmeyi öğrensinler. 



Bu liste böyle uzayacak gidecek.. İyisi mi biz şu an yaşadığımız şeyleri unutmadan çocuklarımıza hayatı öyle öğretelim. Güncelleyelim kendimizi, bildiklerimizi, yaşadıklarımızı, anılarımızı.
Güncelleyelim ki geçmişten kalma bilgilerle ve öğütlerle büyümesin çocuklarımız.
Dünyayı öyle pespembe bir yer zannetmesinler ve öyle çok da saf olmasınlar.
Ama güzel şeylerin olduğunu da anlatalım, gösterelim.
Kötüye kötü derken, iyiyi takdir etmesini bilsinler.
Burunları havada yetişmesinler, kendi değerlerini de koruyabilsinler.


Not: Bu yazıdaki bütün hikayeler, fotoğraflar, anılar, gerçekten yaşanmıştır. Hatta bizzat kendim yaşamışımdır.